HER ŞEYİ ZAMANINDA YAPMALI
Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: 'Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılırmı?' Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmış, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı. Kendisi ise,nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa, hep... namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, "Yine geciktirdim namazı." dedi kendi kendine. Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi. "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana." dedi.
Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki... hicabından renkten renge girerdi. O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece.... Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor,soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanında ki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti. Hesap ve sorgu devam ediyordu.
Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek..... Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde. İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden...." Şükürler olsun " dedi, kendi kendine ve devam etti; " Gözlerimi dünyaya açtım, Hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını islam yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım. "Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken, "Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum." Diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az, Cennet'i kazanmama yetmez." Diye düşünüyordu.Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi.
Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyordu. Sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kağıt, mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti. Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı." Olamaaaazzzz" diye bağırdı. Sağa sola koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." Diyordu.
Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı? Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.."Hizmetlerim... Oruçlarım.... Okuduğum Kur'anlar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?" diyordu. Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı. Resülullah, "Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler." Buyuruyordu. "Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu. "Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım." diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler.
Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu. Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. "Siz de kimsiniz ?" dedi. İhtiyar gülümsedi: " Ben senin namazlarınım." "Neden bu kadar geç kaldınız ? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum"dedi.... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; Başını salladı; " Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı? Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu.Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu. [ Ya kılmayanlar..!?]
UNUTMA...
İnsan toplum halinde yaşayan bir varlık. Doğumla başlayan hayatı ailesiyle beraber sürer. Büyür, eğitim çağına gelir, okula gider, okul arkadaşları edinir, evlenir, çocukları olur...
Bir değirmen misali dönen hayatta güzel işler yapmak, başarmak, mutluluğu yaşamak, hayırlı insanlardan olmak ister.
Hayatta başarılı olmak elbette kolay değil. Huzur ve mutluluğu yakalamak da. Bu nedenle düşünmek, çalışmak, üretmek, paylaşmak gerek.
Toplum halinde birlikte yaşadığı insanlarla bir araya gelmek, birlik ve beraberlik içerisinde yardımlaşarak hayatın ağır yükünü paylaşmak zorunda insan. İnsan, görev ve sorumluluklarla iç içe yaşadığı hayatı en güzel bir biçimde değerlendirmek durumunda. Edindiği bilgiler, yaşadığı tecrübeler hayatını olumlu açıdan etkiler.
Başarılı olma yolunda edinilen bilgiler, tecrübeler kadar, verilen desteklerin önemi de büyüktür. Pek çok insan; ailesinden, çevresinden gördüğü maddi ve manevi desteklerle başarıyı yakalayabilmiş, iyi bir makam ve mevkie gelmede yine böylesi destekler etkili olagelmiştir. Sırtını güçlü çevrelere dayayan pek çok insanın bu güç nedeniyle önemli makamlara yükseldiği, başarılı ve etkili isimler olduğu da çoğu kez görülmüş ve duyulmuştur.
Zenginliğiyle tanınan kimi insanların zenginlikleri, zengin bir babaya ya da önemli bir mirasa çoğu kez dayandırılmaktadır.
Bu ve benzeri örnekler başarıda, makam ve mevkide ya da zenginlikte maddi ve manevi desteğin önemini elbette belli ölçüde yansıtmaktadır.
Ne var ki işin daha önemli bir yönü bu desteklerin çekilmesi halinde, destek alanın acı durumu. Desteğe güvenen, ona dayanan, onsuz olamayan insanın ani düşüşü...
Atalarımız, “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür” sözüyle bu acı hali ne güzel ifade ederler.
İnsan elbette çevresinden güç, kudret ve destek alacak. Ama nereye kadar?
Kendine güvenmeyen, kendi ayakları üzerinde duramayan insanı hiçbir destek ayakta tutamaz. Boş bir çuval dik durur mu? Taşıma suyla değirmen döner mi? Ne zamana kadar? Su bittiğinde hangi güç değirmen taşını çevirecek?
İnsan için asıl sermaye kendi birikimidir. Kalıcı olan; alınteriyle, beyin gücüyle, güven duygusuyla geliştirdiği gerçek sermayedir.
Zenginlik tükenir. Mal yanar, sermaye biter. Bir yangınla her şey kül olur. Destek aldığımız insan ölür. Yalnız ona dayandığı için yapayalnız kalırız.
Ama sermayemiz; kendimiz, beynimiz, emeğimizse... bu tür sıkıntıları aşmak kolay. Kısa bir süre sonra emanet sermaye ile değil gerçek sermayemiz ile yolumuza yürürüz.
Şirin’ine kavuşmak isteyen Ferhat dağları deldi kendi gücüyle. Büyük kahramanlar iradeleriyle, kararlılıklarıyla nice zaferler kazandılar. Sevgili Peygamberimiz, “Sağ elime güneşi, sol elime ay’ı verseler yine de bu ilahi gerçekleri dile getirmekten vazgeçmem” dedi.
Ölene, bitene, eskiyene, çürüyene değil, eskimeyen değerlere bağlanmamız gerek.
Sevgili Peygamberimiz Allah’a kul olmamızı istedi bizden. Ebedi ve ezeli olan Allah’a dayanmamızı, yalnızca ona ibadet edip yalnızca ondan yardım dilememizi öğütledi.
Ecdadımız zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih ettiler, kendileri oldular, kendilerine güvendiler, sırtlarını başkalarına dayamadılar. Başkalarına minnet etmediler. Kendi değerleriyle var oldular. İzzete sarıldılar, aziz oldular.
Yaşadığımız sürece yalnızca başkalarının desteğiyle değil, asıl kendi değerlerimizle ayakta durmaya çalışalım.
Ağacın kuruyacağını, insanın öleceğini unutmayalım.
Kendimize güvenelim, kendimizi yetiştirelim, öğrenelim, eğitelim. Birikimlerimizi artıralım. Kendi değerlerimizle; başarıya, mutluluğa, huzura koşalım.
Çünkü:
Kendine güven ki hep bütün işler,
Senin gayretinle büyür, genişler.
Unutma: “Ağaca dayanma kurur,
İnsana dayanma ölür.” demişler.
PEYGAMBER ZİYARETİNE GELSE...
"Bir gün Peygamber ziyaretinize gelse, Yalnızca birkaç günlüğüne çalsa kapınızı, Merak ediyorum neler yapacağınızı..."
Bunu okuduğunuz anda, inancı sıkı veya gevşek nasıl biri olursanız olun hafiften sarsılıyorsunuz.
Gerçekten de ne yaparız Peygamber kapımızı çalıverse! Hele O'nu dilinden düşürmeyen ama bir yandan da hayatın harala gürelesi içine "düşen"ler nasıl bir telaşa kapılırlar acaba?
Ancak bu şiirimsi metni yazan aslında neler yapacağımızdan emin. Diyor ki...
"Biliyorum. Böylesine şerefli bir konuğa en güzel odanızı açacağınızı, Ona sunacağınız yemeklerin en iyisi olacağını, Ve inandırmaya çalışacağınızı, Onu evinizde görüyor olmaktan mutluluk duyacağınızı; Fakat söyleyin bana, Evinize doğru gelirken gördüğünüzde, O'nu hemen kapıda mı karşılayacaksınız? Yoksa içeri almadan önce, aceleyle, Bazı dergileri, gazeteleri çarçabuk saklayıp Yerine Kur'an'ı mı koyacaksınız? "
Diyor ki...
"Peki ya dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız?
Ve bunun yerine ortalığa, Kitaplığınızın raflarında tozlanmış, Hadis kitapları mı çıkaracaksınız? Hemence içeriye girmesine izin verecek misiniz? Yoksa telaşla ne yapayım diyerek, Sağa sola mı koşturacaksınız?"
Diyor ki...
"Tanıştırmaktan onur duyacak mısınız en yakın arkadaşınızı onunla? Yoksa hiç karşılaşmamalarını mı umardınız, Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle? Şimdi söyleyin açık yüreklilikle, Onun kalmasını ister misiniz sizinle?
Sonsuza dek, hep birlikte... Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız, Ziyareti bitip gittiğinde?"
Kabul edelim ki çok etkileyici bir sorgulama bu! İnananların kendilerini hep eksik, hep kusurlu görme (ama alttan alta da kendilerini değil de çağı suçlu çıkarma) eğilimini destekleyici mahiyette bir etkisi var.
Ve adım gibi eminim ki, bu metin şimdi Mevlit Kandili ve Kutlu Doğum Haftası nedeniyle yine internette sık sık karşımıza çıkacak, e-mektup yoluyla ondan ona dolaşacaktır.
Yalnız namazında niyazında olanlara değil, belki daha çok da benim çevremden insanlara; yani az çok bu manevi iklimi soluyan ama kafası hep bulanık kalanlara ulaşacaktır.
O yüzden, belki "senin üzerine vazife değil ki" diyeceksiniz bana ama konuyla ilgili bir iki satır not düşmek istiyorum şu köşeye...
Çünkü bu gönül çalan, inananları hemen etkileyen metnin ciddi sorunları var.
Asrı Saadet, bazılarının uzaktan uzağa sandığının aksine aynı bugün gibi insani ve toplumsal eksikler, kusurlar, hınçlar, nefretler, düşmanlıklar, ayrılıklar, açgözlülükler ve yalan imanların iktidarıyla doluydu. Merak eden açar kitapları okur, okuyunca da şaşkınlıktan küçük dilini yutar. O çağı "saadetli" kılan O'nun varlığıydı. O'nun yaşadığı bir dönemde yaşamak, aynı vakti ve atmosferi solumaktı saadet...
"Peygamber ziyaretimize gelse ne yapardık?" diye dövünmeye kalkışmadan önce bunu bilmek gerekir. O, içerisinde hangi rüzgarlar esiyor olursa olsun, ziyaretinin değerini bilen her evin değerini vermişti!
O'nu yakından tanıyanların deyişiyle "umanı umutsuzluğa düşürmeyen, güleryüzlü, yumuşak huylu, asla bağırıp çağırmayan" Peygamber'in ziyaret ettiği bir eve "bakalım içeride ne kusurlar ne sapkınlıklar göreceğim" fikri ve duygusuyla gireceğini hayal etmek ve ettirmek yanlıştır.
Ziyaret edilenler açısından da asıl olan O'na gönüllerini açmalarıdır. Yoksa yalancıktan çeki düzen verilmiş evlerini değil...
Korkuya, telaşa ne gerek var? Huysuzluğa, karamsarlığa ne gerek var? Gelen Peygamber...
"Bir an önce gitmesini isteme" konusuna gelince... Kimsenin bu konuda başkası yerine konuşma, bu soruyu siyasal-toplumsal bir sorgulama haline getirme hakkı yok.
Çünkü...
Gelen "sevgili"yse eğer, kim gitmesini ister?
KUR’AN’DA ALLAH’IN VARLIGI VE BIRLIGI
Kuranda Allah’ın varlığı ve birliği konusunu tevhit ilmi çerçevesinde açıklamaya çalışacağız. Bundan dolayı önce tevhit nedir bunu öğrenelim. Tevhit: birleme Allah’ bir olarak tanıma bir kılma birleştirme bir olduğuna inanma kelime i tevhit sözünü tekrarlama(Eşhadu en la ilahe illallah) anlamlarına gelmektedir.
Terim olarak ise tevhit ilmi Allah Teâlâ hazretlerinin zat ve sıfatlarından nübüvvet ve risalete ait meselelerden ve mükevvenatın mebde ve mead itibari ile ahvalinden yani: bu hadisatın nereden vücuda geldiğinden bunları vücuda getiren zati barının kudret ve azametinden ve bunların vücuda getirilmiş olmalarındaki hikmet ve maslahatları kanuni İslam üzerine bahseden yani; bunlara dair dini ve akli delillere istinaden malumat verir. Kısacası tevhit ilminin mevzuu kudemaya göre ZATULLAH’tir.
Evet, simdi bu çerçeve de konumuzu açıklayalım.
1-Hudûs (sonradan var olma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır. Bu halde bu âlem vâcibu'l vücut olan bir yaratıcıya muhtaçtır.
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delili şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan var olmuştur). Her hâdis (sonradan var olan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir. Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur. Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan var olmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrak ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, her şeyi bilen ve her şeye güç yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce var olan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. İçinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde var olan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesileler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır. Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren birçok ayet vardır. Bunlardan bir ayette şöyle buyruluyor:
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُالأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ
بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْتَعْلَمُونَ*
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız. (Bakara, 2/22)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir.
Şimdi de kendi çabalarımızla bu konuyu açıklamaya çalışalım:
Var olan bir şeyin ispati şüphesiz ki var olmayan bir şeyden daha kolaydır ve kesindir. Çünkü var olanı görür, hisseder ve duyu organlarımızla algılarız. Bundan dolayıdır ki görmediğimiz ve hissetmediğimiz bir şeye inanmak istemeyiz ama unutmayalım ki bunlarında ispati kolaydır. Çünkü biz onları sadece görmüyor, hissetmiyor ve duyu organlarımızla algılayamıyoruz. Yüce Allah ta vardır ve onun ispati apayrı bir kolaylık ihtiva etmektedir. Biz o’nu sadece dünyadaki gözümüzle göremiyoruz. Yüce Allah En’am suresi 103. Ayet kerimesinde biz mu’minlere söyle hitap ediyor:
لاَّ تُدْرِكُهُالأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
Gözler onu göremez. O gözleri görür. O latiftir. Her şeyden haberdardır.
Nasıl ki aklimizin varlığına görmediğimiz halde kati surette inanıyoruz Allah’ın da varlığına inanmamız gerekiyor ki o da her yönüyle varlığı ispat edilebilir. Nitekim yüce Allah Kur’an’ı Keriminde biz müminlere söyle buyurmaktadır:
وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَاوَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını birliğini ve kudretini gösteren öyle deliller vardır ki insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinin farkına varmazlar. (YUSUF 12/105).
Evet, burada bir kıssadan bahsetmeden geçemeyeceğim:
Hoca bir gün sınıfa gelir ve öğrencilerine Allah var mıdır varsa gösterin der. Öğrenciler hayret içersinde birbirlerine bakarlar ve cevap veremezler. Hoca da bakin iste görmediğiniz, olmayan bir şeyin nasıl olurda varlığından bahsedersiniz. Bunun üzerine öğrencilerden birisi dayanamayarak söz hakki alır ve arkadaşlarına dönerek hocanın aklını görüyor musunuz diye sorar. Öğrenciler de olumsuz cevap verirler. Söz hakki alan öğrenci de olmayan bir şeyi nasıl görebilirsiniz ki der…
Evet, yüce Allah’ın var olduğunu anlamamak için gözümüzün kör; kulağımızın sağır olması gerekir. Böyle olsa bile Allah’ın varlığını kendi vücudumuza bakarak anlayabiliriz. Vücut anatomisine baktığımızda yüce Allah hücreleri olsun organları olsun o kadar güzel bir surette yaratmıştır öyle güzel tasarlamıştır ki hiç bir hata ve hiç bir noksanlık olmaksızın işlevini yerine getirmektedir. Bu konu da yüce yaratıcımız rabbimiz Allaha Teâlâ bizlere söyle buyuruyor:
الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقاً مَّا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِنتَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ*
O biri diğeri ile tam bir uyum içerisinde olan yedi sema yaratmıştır. O rahmanin yarattığında hiç bir nizamsızlık göremezsin. Haydi, gözünü cevir de bir bak. Bir eksiklik görebiliyor musun? (mülk/3)
Cenabı Hakk’in varlığına birliğine kudret ve yüceliğine dair olan kuranı beyanlar hakkında nasıl şüphe duyabiliriz. Etrafımıza baktığımız zaman muhakkak ki Allahın varlığını birliğini göreceğiz anlayacağız. Etrafa da fazla açılmamıza gerek yoktur. Vücudumuzun güzelliğine bakalım değil mi? Eller kollar gözler kulaklar ve buna benzer çok şeyler vücudumuza öyle yerleştirilmiştir ki bunu yüce yaratandan başka kim yapabilir. Su an bilim adamları bir araya gelip insana en çok benzeyen bir robot yapsalar yine de insana dizaynı gibi bir tasarım kuramazlar. Bu konuda birçok ayeti kerime vardır. Yüce Allah kuran ı azim u Şan da söyle dile getiriyor bu durumu:
هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْفِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ *
O’dur ki annelerinizin rahimlerinde (sizlere)dilediği sekli verir. Ondan başka ilah yoktur. Azimdir halimdir.(ALI IMRAN/6)
Yine bu konu hakkında Yüce Allah RAD suresi ikinci ve üçüncü ayeti kerimesinde:
اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِعَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّيَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء
رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ* وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَوَأَنْهَاراً وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَالنَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ*
Allah odur ki gördüğünüz semalara direksiz yükseklik Verdi. Sonra arş üzerine istiva(kurulmak eşit kaplama örtme)buyurdu; güneş ve ayı emir altına aldı. Her biri belirli bir sure için hareket eder dururlar. Her isi o düzenler ve delilleri açıkça beyan eder ki sizler rabbinizin karsısına çıkacağınıza kesin olarak inanasınız diye. Hem o yeryüzünü yaydı döşedi. Orada sabit dağlar ve ırmaklar yarattı. Meyvelerin her birinden iki çift yarattı. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Muhakkak ki bunlarda tefekkür edece bir kavim için ayetler (işaretler) vardır.
Evet, her şeyin sahibi olan yüce yaratıcımızın ayeti kerimede buyurduğu; “güneş ve ayı emir altına aldı.”
Cümlesinden de anlaşılacağı üzere ay ve güneş Allah’ın kontrolü altında yükselmekte ve alçalmakta. O istemezse yerinden bile kımıldamaz. Buna benzer birçok ayette yüce Allah’ın varlığından, azametinden, yüceliğinden ve birliğinden bahsedilmektedir.
Yüce Allahın varlığı tartışılmaz olduğu gibi birliği de hiç şüphesiz tartışılmaz. Bu konu da bakara suresi 255. Ayeti kerimesinde ayetel kursi diye bildiğimiz ayette söyle buyrulmaktadır:
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَالْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا
فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَأَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَاشَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَاوَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ*
Allah o ilahtır ki ondan başka ilah yoktur. Her zaman var olan diri olan ezeli ve ebedi hayat sahibi odur. O kendi zatı ile var olup zevali olmaksızın kaim olan ve bütün kâinatı varlıkta tutup yönetendir. O’nu ne gaflet basar ne de uyku. Göklerdeki ve yerdeki hep O’nundur. Kimin haddine ki O’nun izni olmaksızın huzurunda şefaat edebilsin? O önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir; onlar ise o’nun dilediği kadarından başka ilmi ilahisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek o’na bir ağırlık ta vermez. O çok yüce ve azametlidir.
Diğer bir ayetinde de söyle dile getiriliyor bu durum: Halbuki gökte ve yerde Allahtan başka ilahlar bulunsaydı oraların nizami bozulurdu.
Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah onların zanlarından onların Allaha reva gördükleri vasıflardan münezzehtir. Yücedir. Kâinatta kemal sıfatları ile muttasıf; yani ilmi kudreti iradesi mutlak ve sınırsız olan birden fazla ilah bulunsaydı farazi olarak su ihtimaller olabilir:
1- Onlardan yalnız birinin hükmü yürüseydi diğerleri aciz ve noksan olurlardı ki bu olayda ilah olmakla bağdaştırılamaz.
2- Her biri eşit kudret ve hâkimiyete sahip olsalardı ayrı ayrı nizamların olması gerekirdi. O takdirde de mevcut olan bu nizam olmazdı.
3- İlahların fazla değil sademce iki tane olup bunların bir tek nizam kurup birleştikleri varsayılırsa iki etkenin bir nesne üzerinde çekişmesi sonucu ortaya çıkar. Ve nizamin devamı imkânsız olurdu.
4- Birbirleriyle anlaşmazlık halinde olsalardı zaten bastan beri nizam kurulamazdı.
Evet, ayeti kerimeden de anlaşılacağı gibi yüce Allah’ın birliği kesindir ve esi benzeri yoktur. Allahın bir olması kadar doğal bir durum yok olsa gerek. Çünkü Allahın varlığını nasıl ki etrafımıza veya kendi bedenimize bakarak anlayabiliyorsak kavrayabiliyorsak onun birliğini de etrafımıza ve vücudumuza bakarak anlaya biliriz. Allah u Teâlâ bu konuda da söyle buyurmaktadır:
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَد
De ki: Allah birdir.(İhlâs/1)
Bu hususta Şinasi bir dörtlüğünde şunları sıralıyor:
“Varlığın bilme ne hacet kurei âlem ile
Yeter ispatına halk ettiği bir zerre ile
Göremez zatinin mahlûkunun adi nazari
Hisseder nurunu amma ki basiret basarî”
Evet, Allahın varlığını ve birliğini Şinasi’nin de dediği gibi dünyadaki halk edilen zerre ve halk edilen en büyük varlığa kadar hepsi Allahın varlığını ve birliğini ispatlamaktadır. Bu yüzden günlerce konuşabilir sayfalar dolusu kitaplar yazılabilir. Bundan dolayı konumuzu burada sonlandırıyoruz. Umarız ki sizlere bir noktada yardımcı olabilmişizdir.
HAZIRLAYAN:
MÜCAHİD KARAKAYA
Fırat üniversitesi İLAHİYAT fakültesi 1. sınıf
27/10/2009
KAYNAKLAR:
1- KUR’AN I KERİM
2- Bilgisayar ortamlı mürşit programı
3- Bilgisayar ortamlı İslam ansiklopedisi, sürüm:2.0